Kullanıcı:Fahriye üzer/deneme tahtası

Kenneth Waltz’un yapısal gerçekliği üzerine ileri sürülen bireyci ve materyalist anlayışa tepki olarak post-pozitivist yaklaşımların ortak durumları sosyal gerçekliğin sosyal bir inşa olduğu ve bu inşanın uluslararası alanda daha iyi anlaşılması için teorik yaklaşımlarının özne – nesne ayrımını yok olmasına karşı sosyal bir anlayış üzerine inşa edilmesi gerekliliği savunulmuştur. Sosyal Ontololoji birbiriyle ilişkili iki temel tartışma tarafından desteklenmelidir. Sosyal yapıların bireysel özelliklerine ve etkileşimlerine sahip olan bireyciler ve bu durumu desteklemeyen bütüncüller arasında tartışmaya neden olmaktadır. Bir diğeri de sosyal gerçekliğin maddi şartlarda açıklanabileceğini savunan materyalistler ve düşüncelerin bağımsız bir şekilde ilerlediğini savunan idealistler arasında tartışmaya sebebiyet vermiştir. Bu da uluslararası ilişkiler teorilerine açık veya kapalı bir şekilde varlıklar ve birimlerin doğası aralarında ilişkilerin var olduğunu ve bu ilişkileri belirli ön koşullara dayanarak fikri gündeme getirmiştir. Sosyal ve siyasi hayatın var olmasında pozitivizmin indirgemeci ve davranış hareketlerine izin verdiğinden daha kapsamlı ve farklı bir sosyal ontoloji gerektirdiğini savunmuştur. Ve meta-teorik düzeyde post- pozitivist çözümlemeleri amaçlanmıştır. Makalede dipnot ve Chicago sistemi akademik alıntı formatı kullanılmıştır. Giriş bölümü net ifadelerle anlatılmıştır.

Uluslararası ilişkiler alanında yazarlar farklı sistemleri, sosyal teorideki eleştirel teori ve post yapısalcı, yaklaşımcıları savunmuş olsalar da rasyonalist ana akımların son ucunda gelişen bilimsellik anlayışı ve onların rasyonalist ilkelerini reddederken eleştirel yaklaşımlar arasında gelişen inşacı yaklaşımın olduğu görüşüne sahiptirler. İnşacı yaklaşımının pozitivist yaklaşımı eleştirdiği kadar radikal post yapısalcı yaklaşımlarla arasına mesafe koymuştur. Literatürde dilsel dönüş, kültürel dönüş, sosyal dönüş gibi terimlerle bahsedilen post- pozitivist çağını açan tartışmaya neden olan uluslararası ilişkiler alanında sosyal teoriye öncelik tanımıştır. Post- pozitivist dönem üzerinde durulduğunda sosyal ontoloji inşacılar ondan ne anladıysa o duruma gelmiştir. Bu da sosyal olan düşünsel olana tamamlanmıştır. İnşacıların sosyal yapılarının kural ve normlarla meydana geldiğini ve kabul etmeleri doğrultusunda sosyal bağlam farklı yazarlar tarafından da dile getirilmiştir. Bununla birlikte uluslararası ilişkiler ontolojisinin temel sosyal ilişkilerini biçimlendiren hiyerarşi, bağımlılık ve güç gibi toplumsal ilişkilerin neden özneler arası anlamlara indirgenemeyeceği, meta- teorik düzeyde ortaya koymak için ele alınan çalışmalarda yeterli olamamıştır.

3.METOT/YÖNTEM

Uluslararası ilişkiler alanında hakim olan sosyal mevcut ontolojinin sorunlar haline gelmesidir. İnşacı yaklaşımların dayandığı felsefi varsayımlar üzerine meta- teorik bir eleştiri sunulması amaçlanmıştır. Makalelerin inceleme alanında teoriler altında yatan ve analitik çevrelerini şekillendiren epistemolojik, ontolojik durumları uluslararası ilişkiler alanında ortaya çıkan sonuçlarıyla irdelenmektedir. Sosyal gerçekliğin nelerden meydana geldiği ve bu alanda neyi geçerli bir bilgi olarak alacağını incelemesinin sonucunda değerlendiren meta- teorik varsayımlar olarak karşımıza çıkar. Makale bu soruna pozitivizm ile post- pozitivizm yaklaşımlarının değerlendirildiği, geleneğin ontolojik kavramlara karşı çıktığı, bilimsel gerçekçi bilim felsefesi sağladığı teorik çerçevede değerlendirmektedir. Makalede nitel anlam kullanılmıştır. Makalenin temel varsayımı sosyal ontolojinin özneler arası ontolojiye indirgenemeyeceğinden bahsedilmiştir. İnşacılığın ideal sosyal ontolojik kavramı, insan öznesinin aktif olarak yer aldığı gerçekliğin özneler arası boyutunu kavramsallaştırma konusunda başarılıyken; sosyal gerçekliğin nesnel boyutunu kavrama konusunda başarılı değildir. Yani makalede, hakim sosyal ontoloji kavramının inşacılığın yorumlanmasına ve epistemolojiden türetildiğine ve sosyal açıdan özneler arası anlamlar ile eşleştiğinde, sosyal durumun nesnel boyutundan arındırılması sebebiyle sosyal yapının sosyal ilişkilerinde arındırılmasına sebebiyet vereceği açıklanmıştır. Sosyal yapıyı norm ve kurallarına göre özneler arası pratik düzeye indirdiğimizde söylemlerin de belirleyiciliğini indirgemek zorunda kalacağız. Bu kapsamda sosyal ilişkilerin kavramsallaştırılmasının zorluğu görülmektedir. Makalede özneler arası anlamlar, sosyal yapıları kavramın inşacı ve epistemolojik kaygılarının etkisiyle sosyal ontoloji kavrayışının kaynaklandığını ortaya koymuşlardır.

4.BULGULAR

Sosyal bilimler felsefesinin bilimsel gerçekliğin bir parçası olan eleştirel realizm, sosyal gerçekliğin onu incelemek için kullandığımız araçlara indirgenmesine epistemolojik yanılgı kavramıyla açıklanmıştır. Bu durumda ontoloji alanında gerçeklik, epistemolojinin ölçütlerine uygun hale getirilir.  Yani sosyal gerçeklik ya meta- teorik anlamda bireycilikte olduğu gibi bireylerin düzenli ve gözlemlenebilen davranışlarına indirgeniyor ya da gelenekteki inşalara post yapısalcılığı esas alıyorlar. Bireyciliğin sosyal sonuçları, bağımsız olduğu kabul edilen bireylerin özellikleri ve etkileşimleri tarafından üretildiği ve sosyal olguların bireysel davranışları sonucunda algılarını ve davranışlarını esas alarak açıklaması gerektiğini savunur. Bireyciliğe göre uluslararası olgular devletlerle ilgili olgulardan esinlenerek anlatılmalıdır. Metadojik bir biçimde karşımıza çıksa da toplumda bireylerden ve onların düşüncelerinden meydana geldiğini ontolojik temele dayandırmaktadır. Ontoloji, ampirizm bilgi iddialarına göre gözlemlenebilen ve tecrübe edilen yüzeysel olarak gerçekliğin yüzeyini silmek istemez. Bu durumda gerçeklik düz bir hal alır. Uluslararası ilişkilerde rasyonalist teorilerin ontolojisini oluşturan bireycilik, post- pozitivist yaklaşımlar sonucu meta- teorik açıdan ele alınırsa tartışmaya neden olur ve sorun hakim yaklaşımı temsil eder. Ontoloji kavrayışının temel özelliği olan uluslararası ilişkiler alanı sisteminde önceden belirli devlet aktörlerinin davranışları ve özellikleri tanımlanmıştır. Bu doğrultuda devlet davranışlarının toplamı olduğu vurgulanmıştır. Tüm rasyonel yaklaşımların, sosyal olguları altında kendi çıkarlarını gözetecek şekilde ilerleyerek davranış sergilemişlerdir. Bireyselcilik kapalı ve açık davranışsalcı ontolojiye dayanır.  Rasyonel seçim teorileri uluslararası ilişkilerin alanında temelini oluşturan hiyerarşik ilişkiler ve çatışan gruplar arasında güç mücadelelerini ele almakta oldukça başarısızdır. Teorik yaklaşımda benimsenen metodolojik yapısalcılık ile ontolojik bireycilik arasında gerginliğe yol açmıştır. Uluslararası ilişkilerde ana akım teorilerinin bireyci ve maddeci ontoloji kavrayışlarının inşacı yaklaşıma temel girişimleri olduğu saptanmıştır.  Tüm bulgular yazarların bilimsel ifadeleriyle benimsenmiş olduğundan nesnel ifadelerle desteklenmiştir. Yapılan değerlendirmelerde tutarlılık bulunuyordur.

5.TARTIŞMA

Sosyal ontoloji, uluslararası ilişkiler alanında teorilerin felsefi veya meta- teorik temellerinden meydana gelmiş olan sosyal yaşamın nelerden oluştuğu ve bu unsurlar arasında ne tür ilişkilerin yer aldığına dair ortaya atılmış olanları kapsamaktadır. Bu durumlarda post- pozitivist çevreye sosyal ontoloji kavramı benimsetilmek istenmiştir. Uluslararası ilişkiler alanında post-pozitivist dönüş, disiplininin ontolojisinden yeniden kavranması konusunda önemli sonuçlara sebep olan epistemolojik bir dönüşü işaret eder. Yani post pozitivist ve özellikle inşacı yaklaşımları öne çıkaran literatürde ontoloji, sıklıkla tercih edilen ve kullanılan bir kavram haline gelmiştir. Post-pozitivistlerin ontoloji veya sosyal gerçeklik kavrayışlarını, onların önceden benimsedikleri epistemolojik ve kaygılarına sebep olan nedenlerden türemiştir. Çoğu inşacıların epistemolojik duruşları ve ontolojik soruları birbirleriyle ilişkili ve birbirlerinden etkilenirler. Bu ikisi ayrıştırılamaz hale gelir. Bu durumda inşacı yaklaşımları epistemolojik soruya verdikleri cevaplar doğrultusunda birbirlerinden farklılaşma eğilimi gösterirler. İnşacı yapı uluslararası ilişkiler disiplininde derin yapılarını ortaya çıkarmak ve sosyal bilime fayda sağlamak için meta- teorik alanda bilimsel gerçekliğe dayanan bir yaklaşım sergilemiştir. Açık bir görüşle ifade edilen düşünce ve tutarlı davranışla desteklenmesi sonucunda tutarlı inşacılık olarak tanımlama yapabiliriz. Tutarlı inşacılık başlığı altında toplanan yazarların ortak özelliği ontolojiyi dilsel ve post yapısalcı bir kuram üzerine kurmalarıdır. Tutarlı inşacıların epistemolojik çıkış noktası olan inşacılar için geçerlidir. Bir başka açıdan düşünüldüğünde inşacılar kendi dünya siyasetinin incelenmesinde sosyal bağlamın rolünü açıklamak isteyen teorisyenler olarak da düşünsel faktörlere ilişkin kavramsal etkileri, sosyal yapının yetersiz veya eksik yapılanmasına sebebiyet vermiştir. Uluslararası ilişkilerde inşacılık yaklaşımının baskın biçimi günümüzde dünya siyaseti üzerinde normlar, kültür, kimlikler hakkında araştırma için kullanılan sosyal yapıyı, paylaşılan düşüncelere benimseten idealist bir yapıyı temsil etmektedir. İnşacıların bir kısmı ve post yapısalcıların tümü var olan bilginin nesnelliğini reddetmeleri toplumu ve uluslararası alanı yapısal bir şekilde reddedilmesine de sebep olmuştur. İnşacı ontolojisinin pozitivist yaklaşımın epistemoloji ile bir uyumu olmadığından araştırma gündemleri konusunda yapacaklarını söylediği şeyleri yapabilmek için yorumlayıcı bir epistemoloji gerektirdiğini savunmuştur. Yani uluslararası alanda toplumsal düzenin bir parçası olarak, fikirlerin, normların, değerlerin ve yorumlayıcı ifadelerin bir inşası var olduğundan, sadece nasıl meydana geldiğinden bahseden ve inşa edilmiş doğasını ortaya atan ifadeler aracılığıyla anlaşılma gerçekleşmiştir. Teoriler dışında bir gerçekliğin varlığını kabul etsek bile onun hakkında bildiklerimizle tanımlamalarımız dışında bir şey yapamayacağımızdan, inceleme alanı dışında yorumlamalarımızın çevresinde sınırlamış oluruz.  İnşacı yaklaşım ontolojiyi kavrama yönünden yorumlanması hakkında şekillenmiştir. Kuramsallaştırmaya, dil ve yorumlamaya arka plan bilgisine ve sembolik iletişime önem veren insan uygulamalarının sosyal ontolojisinden başlanması gerektiği vurgulanmıştır.

6.SONUÇ

Uluslararası ilişkiler yorumlayıcı bir epistemolojiyi benimseyen inşacı yaklaşımlara yönelik hakim sosyal ontoloji kavrayışını eleştirilerle sunmuştur. Makale bilimsel gerçekliğin ontoloji kavrayışına dayanarak ortaya koyduğu inşacı yaklaşımların sosyal ontoloji hakkında bazı yetersizlikleri ortaya atılmıştır. Aktif insan varlığının gördüğü gerçeklerin boyutunun kavramsallaştırılması konusunda inşacı idealist sosyal ontolojisinin başarılı olduğu görülmüştür. Sosyal gerçekliğin nesnel boyutunu kavramsallaştırma konusunda yeterli olmadığı görülmüştür. Bunun nedeni olarak da inşacıların sosyal gerçeklerini tek bir yönüyle ele alması sağlayan epistemolojik kaygılar olduğu ileri sürülmüştür. İnşacı yaklaşımcıların yeniden yönlendirilmesi sonucunda pozitivizm sınırlarına bireyci ve maddeci bir gerçeklik anlayışına sahip ana akım teorileri karşısında, dünya politikasını daha iyi anlamak için açıklanan bir sosyal gerçeklik kavrayışı dile getirilmesi gerektiği savunulmuştur. Buna ek olarak da post pozitivist yaklaşımların genelinde sosyal ontolojiden sonra epistemolojik önceliklere dikkat çekmiştir ve yorumlayarak söylemeyi savunmuşlardır. Burada sosyolojinin özneler arası boyutuna dikkat çekilerek, nesnel boyutu arka bırakılmıştır ve bu sorunun nasıl ilişkilendirilmesi gerektiği hakkında bir şeyler yapmamaktadırlar. Uluslararası ilişkiler alanında post-pozitivist yaklaşımlara örnek olarak meta-teorik yaklaşımların uluslararası alanda idealist bir biçimde açıklanarak yorumlanabileceği üzerinde durulmuştur. Yorumlayıcı açıdan düşündüğümüzden sosyal ontoloji özneler arası olduğundan dolayı sosyaldir ve bunun sonucunda sosyal olan sadece düşünsel alana eşitlenmektedir. Makale bilimsel gerçekliğin sosyal ontoloji kavrayışına dayanarak sosyal ilişkilerin özneler arası anlamlarına indirgenemeyen nesnel boyutu açısından ele alınarak anlatılmıştır. İnşacı yapısından farklı olarak da bilimsel gerçekliğin bakış açısından sosyal ontoloji ilişkilere dayandığı için sosyaldir. Bu anlamda sosyal yapıları meydana getiren sosyal ilişkiler, sosyal gerçekliği derinlemesine inceler.  Makalede yazarların farklı düşünceleri ve savunmalarını ele almıştır. Ve örneklerle desteklemişlerdir.


1.MAKALENİN KÜNYESİ

Bayraktar Aksel D. (2017), Köken Devlet ve Sınır-Aşan sivil toplum Politikaları: Türkiye Örneği, Uluslararası İlişkiler Dergisi, Cilt 14, Sayı 56, s.55-71.

2.GİRİŞ, LİTERATÜR TARAMASI

İletişim teknolojilerinde, küreselleşme çağı boyunca ilerleme, hareketliliğin kolaylaşması ve ucuzlaması, uluslararası ve ulusal siyasi alanda aktif hale gelen ulus-aşırılığın ortaya çıkmasını sağlamıştır. Ülkelerinden edilmiş göçmenlerin ve onları takip eden yeni nesillerin, köken ülkelerinde çoklu ilişki yapıları kullanarak sınırları aşan bir siyasallaşma içine girdiği görülmektedir. Bu ilişki biçimleri, parti politikalarından toplumsal hareketlere farklı yoğunlaşma ve farklı kurumsallaşma çabaları göstermiş, özellikle sivil toplum kuruluşları çevresinde şekillenmiş ama göçmenlerin artan etkinliği ve tanımlanmış devlet sınırları arasındaki esnekliği ulus- devletlerin iktidarını ortadan kaldırmaktadır. Köken devlet sınırlar ötesindeki rolünü yeniden yapılandırarak geleneksel iktidar, ulus ve vatandaşlık anlayışlarını yeniden kurarak meydana getirir. Buna göre, son 10 yılda köken devletlerin, yeni kurumsal ve resmi olmayan sınırlarının dışındaki üyeleri olarak gördükleri toplumlarda diasporik üyelik ile tanımlanan yeni ilişki biçimleri tanımlanmaktadır. Makalede dipnot ve Chicago alıntı sistemi kullanılmıştır. Türkiye’ye baktığımızda 1960’larda yaşanan işçi göçü, o zamanlarda yurt dışında yaşanan siyasi göç hareketi 1980’lerden sonra artış göstererek ulus aşırı sivil hareketliliğin söz konusudur. Sosyo- ekonomik, etnik, dini, ideolojik örüntülerinden oluşan bu sivil hareketlilik Türkiye’ deki, siyasi ve sosyal olaylar etkilendiği kadar sivil hareketlilikte ülkedeki süreci etkilemiştir. Bu hareketlilik yurt dışında yaşayan vatandaşların ve vatandaşlığını bırakmış kişilerin kurmuş olduğu sivil toplum kuruluşlarının aktif çalışmaları sonucu meydana gelmiştir. Devletin yurtdışındaki vatandaşlarına yaklaşımı, 1990’larda yeni kurumsal yapıların meydana geldiği, ama bu yeni yapılanmaların daha çok 2000’den itibaren ekonomik, siyasal, sosyal ve kültürel alanlarda yeni bir boyut kazanmıştır. Dışişleri bakanlığının 2017 verilerine göre yurt dışında, yaklaşık beş buçuk milyon Batı Avrupa ülkelerinde, geri kalanı ise Kuzey Amerika, Orta Doğu ve Avustralya’da olmak üzere altı milyonu aşkın Türkiye kökenli bir nüfus bulunmaktadır.  Bu nüfusa bakarak, Türkiye devlet kurumları tarafından tanınan 6500’den fazla sivil toplum kuruluşunun olduğu konusunda Türkiye ile bağlantılı önemli bir ulus- aşırı sivil toplum alanının varlığından söz etmek mümkündür. Türk devletinin yurt dışındaki vatandaşlara yaklaşımı ve yurt dışı Türkler ile akraba topluluklar başkanlığının da kurulmasıyla ortaya çıkan kuramsal görüş literatürde yerini almıştır. Yurt dışında bulunan Türkiye kökenli vatandaşlar öncülüğünde kurulan sivil toplum hareketleri hakkında vaka çalışmaları 2000’li yıllardan itibaren itibaren yaygınlaşmakla birlikte köken devletle olan ilişkilerine dair bütüncül bir bakış açısı literatürde olmadığı vurgulanmıştır. Bu çalışma, bu alandaki boşluğu doldurma amaçlı ilerleyerek, Türkiye devleti ile göçmenler tarafından kurulmuş sivil toplum alanı arasındaki ulus aşırı yapıları ele almıştır

3.METOT/YÖNTEM

Göçmenlerin devletler ile ilişkileri yıllardır ele alınmıştır üzerinde durulan etkileşim, ülkelerde yapısal ortamın tartışmaları çerçevesinde sınırlı kalmıştır. Avrupa ve ABD’de araştırmalarda sivil toplum alanına yapılan çalışmalarda ve köken ülkeyle ilişkilerinde farklılaşmanın görüldüğü gözlenmiştir. ABD’nin birçoğu ülkeden göçü alması sonucunda göçmenler için yapılan çalışmalarda klasik asimilasyon modellerine karşı gelişen farklı göçmen gruplarının köken ülke ilişkilerine önem vermiştir. Türkiye’den yurt dışına göç, yıllardır farklı şekillerde farklı coğrafyalara yönelik gerçekleşmiştir. Göç süreçlerinin niceliksel olarak beş farklı dönemde incelenmiştir. 1) özellikle gayrimüslim grupların kuzey Amerika’ya ve Avrupa’ya yönelik göç hareketleridir, 2) 1960’lardan 1970’lere uzanan Avrupa ve Avusturalya’ya yönelik yoğun işçi ve aile birleşimi göçleridir, 3) 1980 darbesi sonrası yaşanan siyasi göçler, 4)1980’lerde Orta Doğu ve Kuzey Afrika’ya, 1990’lardan sonra eski Sovyet ülkelerine yönelik kısa süreli vasıflı işçi hareketliliği, 5)1990’lardan itibaren hem coğrafi olarak hem de biçim olarak çeşitlenen göçmen hareketlilikleri. Bu farklı dönmeler hem yurt dışında yaşayan Türkiye kökenli vatandaşların gündelik, sosyal, siyasi, ekonomik ilişkilerini anlamak açısından önemlidir. Türkiye’den yurt dışına göç dendiğinde akla ilk gelen ülke Almanya olmuştur. Türkiye kökenli en fazla göçmenin Almanya’da bulunduğu söz konusudur.

Göç alanında köken devletler arasındaki ilişkilerini inceleyen, aralarında rekabet olan ya da birbirinden bağımsız biçimde gelişen üç literatür vardır. Bunlar: 1970’lerden beri bu güne var olan klasik diaspora kültürü, 1970’lerde ortaya çıkan ancak 1990’larda antropoloji ve kültürel çalışmalarla genişleyen ulus-aşırılık literatürü, 1980’lerde ortaya çıkan ve ilk başlarda kalkınma teorilerini esas alarak gelişen köken devlet literatürüdür. Bu literatürler köken devlet ile göçmenler arasında var olan ilişkilerini farklı biçimlerde ele aldığı görülmüştür. Diaspora ve ulus-aşırılık kavramları ortaya ilk çıktıklarında göçmenlerin üzerinde durulmuş ulus milletlere doğru kurdukları ağlar ve sosyal alanlarla sağlanmaktadır. Köken literatüründe esas aldığı neo-klasik göçe uygun göçmen gönderen ülkelerin göç sırasında edinecekleri kalkınma hareketlerini hızlandırması beklenen önemli ekonomik ve sosyal faydalar sağlamaktadır.

4.BULGULAR

Devletler göç verdiği süreç içerisinde salt ekonomik kalkınma amaçlı değil de sosyal, siyasi, kültürel amaçlarıyla ele almışlardır. Kurulmaya çalışılan ilişkilerin artmasına, yurt dışından seçimlere katılanların artması önemli bir yere sahip olmuştur. Göçmenler için ilişki kurulma biçimleri ve ikamet edilen ülkelerde sermayelerin köken ülkelere yönelik kullanılmasında amaçlanırken, diğer açıdan artan vatandaşlık haklarından faydalanabilmeyi amaçlar. Kuzey Afrika ve Orta Doğu ülkelerinin yurt dışındaki vatandaşlarla olan ilişkilerini vatandaşlık ve başka haklar konusunda de-jure genişleme yaygınlaşsa bile birçoğu otoriter rejim tarafından meşruiyet sağlamak ve yurt dışındaki topluluklarla daha iyi ilişkilerini sürdürmeyi amaçlamıştır. Göçmenler tarafından yaratıldığı ortaya atılan küreselleşme süreçlerinde yaratılacağına inanılan ulus-aşırı sivil toplumunun tersine ulus, milliyet, din ve kimlik gibi farklı düşünceler yaratılmakta ve yaratılan farklı düşünceler dışarı kapalı yeni alanlar yaratmaya neden olmuştur. Türkiye işçi göçü verdiğinden göçmen dövizleri açısından göçün ekonomik değerini ele alırken demografik açıdan da ele alındığı görülmüştür. Türkiye’den Avrupa’ya yapılan en çok göç Almanya, ikinci ise Fransa’dır. Fransa’da en 600 bine yakın Türkiye kökenli vatandaş olduğu belirtilmektedir. Fransa ile 1965 yılında imzalan işgücü anlaşması ile başlamış ve hala devam eden hareketlilik 1980’ler boyunca devam etmiştir. Diğer Avrupa ülkelerine göre Fransa’ya daha az deneyimli işçiler giderken 1980’lerde sosyalist Mitterand hükümetinin de etkisiyle ülke yoğun bir mülteci akınına uğramıştır. Bu yoğunluğa Almanya da oturma izni alamayan Türkiye kökenli vatandaşların büyük çoğunluğu dahil olmuştur. Fransa’da işvi ve göçmen hakları eylemleri 1980’lerde Türkiye’ye yönelik bir siyasetle bir araya gelmeleri sonucu sol hareketlenme ve örgütlenmeler ortaya çıkmıştır.  Bu hareketlilik sonucunda doğan bir grup 1990’da sağa eğilimli dernekleri de katarak çok kültürlülük ve Türkiye’nin Avrupa birliği süreçlerine katılımı konusunda ele alınmaktadır.  Makale nesnel olarak ifade edilmekle birlikte tablo kullanılarak birçok veri bir bütün olarak anlaşılır halde gösterilmiştir. Yapılan değerlendirmeler arasında tutarlılık bulunmaktadır.

5.TARTIŞMA

Türkiye kökenli yurt dışında yaşayanlar ve Türk devleti arasındaki ilişkileri incelemeyi hedef almıştır. Ulus-aşırılık ve vatandaşlık tartışmaları sonucunda güçlenen köken devletler ile göçmenler arasındaki ilişkiyi özellikle sivil toplum alanı üzerinde durarak incelemiştir. Ulus-aşırılık tartışmaları konusunda incelen köken devlet göçmen ilişkileri 1990’larda ABD’deki yerini alırken sonradan yapılan çalışmalarda Avrupa coğrafyasında göç sonrası güçler açısından ele alınmaya başlanmıştır. Türkiye devleti politikaları ile Türkiye kökenli göçmenlerin ulus-aşırı davranışlarından ele alındığı ve 1960’dan bugüne Türkiye devletinin yurt dışındaki vatandaşlarına yönelik politikalar ortaya koymuşlardır. Vatandaşların gittikleri ülkelerde vatandaşlık alabilmeleri, ikamet ettikleri ülkelerde kalıcı olmalarının kabullenilmesi ve devletlerin göçmenler için yeni politikalar geliştirmeyi amaçlaması devletle vatandaşlar arasında ulus-aşırı alana doğru ilerleme gösterilmiştir. Sivil toplum alanına yapılan çalışmalar Avrupa Birliği adaylık sırasında uluslararası alanda ilişkilere sebebiyet vermiştir. Türk devletinin yurt dışındaki vatandaşları sivil toplum alanına dahil olmasıyla diasporik üyelik ilişkisini yeniden yapılandırmaya çalışmak için adımlar atmayı amaçlamıştır. Türkiye kökenli göçmen topluluklarının ve devletin ulus-aşırı alana yönelik ilişkilerinde birbirlerini etkilediği durumlar görülmüştür. Bu alanda olan ilişkiler devlet toplum ilişkileri ile ulus-aşırı vatandaşlık açısından önemli dönüşümler gerçekleştirilmiştir. Bu dönüşümlerin sonucunda Türkiye devlet politikalarının etkisi vurgulanmıştır.

6.SONUÇ

Türkiye devleti yurt dışındaki vatandaşlarına yönelik çalışmaları 1990’larda yeniden yapılanmaya girmiştir. Yurt dışındaki vatandaşlar için Meclis Araştırma Komisyonu raporu konsolosluklarla Türk vatandaşları arasında mesafe olarak görülmüş ve bu mesafe kaldırılmak için devlet bakanlığı altında bir danışma kurulu kurulmuştur. Ancak bu kurul yurt dışında kendilerini temsil edemeyen gruplar tarafından eleştirilir ve birkaç toplantı sonunda etkisini kaybeder. TBMM araştırma raporunda yurt dışında yaşayanların bulundukları ülkelerde vatandaşlık almaları ve politika alanında yer almaları sonucu yurt dışındaki vatandaşlara yönelik çalışmalar geçekleştirilmiştir. Gelecek kuşakların kültürel kimliklerinin ve Türkiye ile bağlarının korunması ve geliştirilmesi, bulundukları ülkelerle Türkiye arasında iyi ilişkilerin ve dostluğun köprüsü olmak amaçlanmıştır. Araştırma Komisyonu raporu hangi ülkede yaşadığı bakılmaksızın, Türkiye devletine vatandaşlığı olan bireylerin Türk devleti için ulaşılması gereken hedef olduğu belirtilerek devletin iletişimini sürdürdüğü amacına ulaşmıştır. Raporda sivil toplum örgütlerine karşı yapılan değerlendirme önceki dönemlerle göre farklılıklar olduğu ve uyuşmadığı görülmektedir. Araştırma raporunun sonucu önümüzdeki on yılda devletin geliştireceği politikalar sonucunda anlamlandırabilmek önemlidir. Raporda ilk olarak 204’ten sonra Dışişleri Bakanlığına bağlı misyonların ilişkileriyle geçmişe göre geniş katılımlı sivil toplum katılımları geçekleştirmeye başlamıştır. Makale ortaya atılan görüş ve düşüncelere katılıyorum. Literatür açısından faydalı bir çalışma olduğunu düşünüyorum.




A

Günümüzde Ortadoğu’ya baktığımızda çatışmaların olması kaçınılmaz görülmüştür. Coğrafya olarak çatışmaya birçok sebep vermiştir. Özellikle bölgenin zengin kaynaklarına sahip olması bu çatışmalara daha fazla sebebiyet vermiştir. Bundan sonra bölgenin kaderi küresel güçlerin çıkar çatışmaları ile belirlenmiştir. Ortadoğu’da yaşanan olayları güç ve güvenlik temeli açısından değerlendirmenin yeterli olmayacağı vurgulanmıştır. Bölgede etkili olan aktörlerin sahip olduğu iç dinamiklerin iyi anlaşılması, sorunların daha iyi anlaşılmasında etkili olacağı vurgulanmıştır. ABD tarafından tek kutuplu dünya düzeninin sorgulandığı bu dönemde en önemli mücadele alanı olarak Ortadoğu görülmüştür. Bölgeyi elinde tutarak konumunu korumak isteyen ABD, buna yönelik olarak tehditleri ortadan kaldırmak istemiştir. Bu durumdan bakıldığında Suriye’de yaşanan kaosun bir başka Ortadoğu ülkesinde yaşanması görülebilir. ABD’nin hareketleri, bölgedeki tehdit olarak görülen Suriye, İran ve onların arkasındaki Rusya’nın çıkarlarına zarar vermektir. Bu durum bölgeyi aşacak daha büyük çatışmaların zeminini hazırlamaktadır.

Ortadoğu’da Arap Baharının patlak vermesiyle devlet dışı silahlı aktörlerin yayılmasına neden olmuştur. Günümüzde etnik ve mezhep temelli devlet dışı silahlı aktörler yeni doğmakta olan Ortadoğu jeopolitiğinin önemini vurgulamıştır. Demokrasi, adalet, eşitlik çevresinde Ortadoğu geleneksel düzenini yeniden inşa etmeye hedefleyerek, Arap isyanları baş göstermiş ve intihar bombacılardan yabancı terörist savaşçıların zararı kadar devlet dışı silahlı aktörler de bölgeyi sarmasına neden olmuştur. Bu olgu artık Ortadoğu ve dünya siyasetinin tehlikeli gündeminin başlıca unsuru haline gelmiştir. Devlet dışı silahlı aktörler devletlerin geleneksel karakterlerine ve devletler arasında var olan dengeye meydan okuyan ciddi bir sorun oluştursa da politika açısından düşünüldüğünde yeni bir olgu değildir. Bu aktörlerin Ortadoğu’daki mevcudiyeti Arap Baharından öncede de güvenlik problemine sebep olmaktaydı.  Arap Baharı kısa süre içinde etkisi kaybedince Suriye’de iç savaşım uzaması ile bölgesel ve mezhepsel bir nitelik kazanmıştır. Suriye’de gerek bölge dışındaki büyük güçlerin gerekse bölge ülkelerinin çatışan tarafları desteklemesi savaşın uzaması Suriyelilerin ülkelerini bırakmasına neden olmuştur. Suriye aşırılıkçı hareketlerin merkez üssüne dönüşmüştür ve Kaddafi, Salih yönetimlerinin yıkılması sonrasında Libya’da ve Yemen’de siyasal iktidarın sağlanmaması bu ülkelerde aşırı hareketlerin yükselmesi Arap Baharı ile olumlu durumların kaybedilmesine neden olmuştur.

Büyük Ortadoğu projesi, ABD tarafından 2004 yılında uygulamaya koyulmuştur. Ortadoğu, Orta Asya ve kuzey Afrika’yı dönüştürmeyi, bu alanları küresel pazarlara açmayı ve Batı’nın durumuna ulaştırmayı amaçlamıştır. Projedeki ülkelerin çoğunluğu Müslüman nüfusa ve zengin yer altı kaynaklarına sahip olması kültürel ve ekonomik açıdan boyutunu yansıtmıştır. BOP yeni bir girişim olarak görülse de aslında temelleri çok önceden atılmış olduğu öne sürülmektedir. BOP tarihi niteliği olan bir ülkedir ve Ortadoğu’da yer alan bölgelerin bir bütün olarak görülmesi ve bölgede otoriteyi sağlayacak siyasal yapılanmanın gerçekleştirilerek her dönemde siyasal güç açısından Ortadoğu’yu büyük sınırlar içerisinde ele alınarak projeler geliştirilmiştir. Ortadoğu’da enerjinin üretimi, uluslararası rekabet, büyüme, kalkınma açısından ülkelerin bölgesel ya da küresel güç olma konusunda 21.yüzyılda Ortadoğu’nun önemini daha da arttırmıştır.


B

Dünya toplumları sosyal, siyasal, kültürel ve ekonomik açıdan birbirine benzer ama farklı açıdan da pek çok özelliği vardır. Dünya toplumları içinde bulundukları halleriyle düşünüldüğünde ekonomik ve çevre açısından bakıldığından birinden farklı özellikleri vardır. Çevrenin korunması konusunda hızla azalan ormanlar, kirletilen su kaynakları, eriyen buzullar, kuruyan topraklar gibi insanların doğaya verdikleri zarardan ve yaşam mücadelelerinden bahsedilirken biryandan da yaşanan bu sosyal, ekonomik ve çevresel sorunlara rağmen, sahip oldukları yüksek yaşam standartlarını korumak için çaba gösteren insanlarda vardır. Dünya toplumları ulusal ve uluslararası alanda sosyo-ekonomik farklılıkları bulunmaktadır. Kalkınma ise toplumun ekonomik, sosyal ve kültürel her alanda ilerlemesidir. Burada en önemlisi ekonomide değişim, büyüme, ilerlemek sonucunda ve kalkınmak olarak görülmüştür. Sürdürülebilir kalkınma kavramı açısından düşünüldüğünde kalkınmanın ve büyümenin sürekli olarak devam etmesi sonucundaki ilerleme sürdürülebilirliği ifade etmektedir. Sürdürülebilir kalkınma bazı varsayımlar şeklinde karşımıza çıkabilir. Bunlar: bazı kalkınma yaklaşımları sürdürülebilir bazıları ise sürdürülemez durumdadır, şimdiye kadar uygulananlar sürdürülemez olanlardır, dünya toplumları kalkınma planlarını sürdürülebilir olanla değiştirmek zorundadırlar, yeni kalkınma durumları eski kalkınma yaklaşımları üzerine inşa edilecektir. Yani sürdürülebilir kalkınmanın meydana getirdiği kalkınma durumlarının yeni planlar dahilinde etkisinin olup olmayacağı tartışılmalıdır. Sürdürülebilir kalkınma mevcut durumdayken içerisinde yeni kalkınma durumunun bir şekilde yer alacağı önemli bir görüştür. Sürdürülebilir kalkınma yaklaşımın şuan ki ekonomik sistemin üstü kapalı bir şekilde olduğunu belirten eleştiriler ortaya çıkmıştır. Dünya üzerinde çevre sorunlarının sürdürülebilirliği söz konusu oldukça daha pek çok eleştirilere sebebiyet verecektir. Sürdürülebilir kalkınma kavramının ortaya çıkışında Batı’ da çevre ekonomi ilişkisinin gittikçe daha karışık hale gelmesine neden olduğu vurgulanmıştır. Toplumsal süreçlerde de en önemli sorun çevredir. Günümüzde uluslararası hukuk açısından da önemli meseleler haline gelmiştir. İklim değişikliği, ozon tabakasının incelmesi gibi tüm insanlığın sorunu haline gelmesiyle birlikte çözümünün devletlerinin bir araya gelerek konuşulması gerektiğini vurgulamışlardır. Küresel çevre sorunlarının ortaya çıkmasıyla birlikte hukuki düzenlemeler yoluna gidilmiş ve hızlı bir şekilde çeşitlenerek çevre sorunlarına ilişkin anlaşmalar meydana getirilmiştir. Küresel çevre sorunları ilk kez 1972 yılında Stockholm’ de ‘İnsan Çevresine Dair Konferans’ ile gerçekleştirilmiştir. Stockholm Bildirisi ile uluslararası alanda ilk yayınlanan çevreyle ilgili bildiri olmuştur.

Çevre sorunlarının kalkınması söz konusuyken sosyal, ekonomik, çevresel alanda sürdürülebilirlik esas alınmıştır. Sosyal alanda sürdürülebilirlik, toplumun ahlaki durumunun, toplumun, dinsel ve kültürel etkileşimlerle sürdürülmesi ve yenilenmesidir. Ekonomik alanda sürdürülebilirlik, enerji ve doğal kaynakların devamlılığıdır. Çevresel alanda sürdürülebilirlik, sosyal ve ekonomik alanda sürdürülebilirlikle mümkündür. Sosyal ve ekonomik sürdürülebilirlikle ekosistem sağlığına zarar vermeden insanların ihtiyaçlarının karşılanması gerekmektedir. Bu durumda da iklim değişikliği sürdürülebilirlik kalkınma alanında ele alınmalıdır. Dünyada yoksulluk, nüfus artışı, etkin olmayan kaynakların kullanılması ve zengin ülkelerdeki israfa neden olan durumlar yüzünden sürdürülebilir kalkınmaya engelleniyor. Doğaya verilen zarar, tarım yapılacak arazilerin azalması, hava kirliliğinin artması, ozon tabakasının delinmesi, iklim değişikliği ve ekolojik dengenin bozulması uluslararası alanda önlem almayı gerektirmiştir. Bu durumda meydana gelen tüketim toplumu ekolojik krizin en önemli nedeni sanayileşmiş ülkeler olduğu ve bu ülkelerin bedel ödemesi gerektiği düşüncesi sürdürülebilir kalkınmaya yönelik tutumu desteklemiştir. Bu tutumla sürdürülebilir kalkınma ile ilgili politikaları üçüncü dünyanın yoksul ülkelerinin kalkınmasına yönelik çözüm engelleyici boyutta olmaması, dünya eşitsizliğinin ve yoksulluğunun ortadan kaldırılması durumunda bu politikaların dünya da geçerli olabileceği durumu üzerinde durulmuştur.